Kendi dilinden Ahmed İhsan Genç’’

“Sonbaharın ılık bir günü akşamdan bir saat öncesi tabii ölçüler dışında sayılabilecek kadar ana rahminde kalmış bir erkek çocuk dünyaya geldi. Normal müddetten iki ay fazla bir zaman bekleyiş birçoklarını hayrette bırakmıştı. Kimisi bu yeni misafirin pek çok tembel olduğuna, bazıları vücut noksanlıklarını tamamlayamadığı için geciktiğine, bir kısmı hareketli bir annenin rahminde olduğundan zaman ölçüsünü kaybettiğine hüküm veriyordu. En doğru hükmü onun hayatınca yaşayışındaki incelemem neticelendirdi. Evet, sonraları sizin de kabul edeceğiniz gibi o tam manasıyla çok sabırlı bir insandı. Bu sabır onda kemali arttıkça çeşitli isimlerle gözüktü. Bir zaman, ‘’Sabır musibetin en büyük düşmanıdır.’’ dedi, her zaman düşünce ve hislerinde çağdaşlarından daha olgun olduğu için bu görüşlerini etrafına kabul ettirdi. Sonra
       “El Sabır miner Rahman
       El aceleti mines şeytan”
      hadisi ile yetindi.

Sırasıyla
 ‘’Beklemesini bilen kazanmasını seviyor demektir.’’
 ‘’İsteyende sabır yoksa istek samimi değildir.’’
 ‘’Ne kadar kudretli olursan ol takdir değişmez, acele etmenin de faydası yoktur.’’
‘’Sabreden derviş murada ermiş sözünü; sabreden derviş murada ermeden bir gün gebermiş diye çürütmeye çalışırlar. Gebermek, ölmek, ölüm zahirde bitiş, hakikatte oluştur, zahirin tartısı yoktur. Hakikatin ağırlığı tartıların üstündedir.’’

‘’Akıllı inanır, inanan sabırlıdır.’’
 ‘’Âlim bilir, bilen sabırlıdır.’’
 ‘’Vücut kalp ile, iman sabırla kaimdir.’’
 ‘’Hisler emrini nefisten, hareketler akıldan, inançlar kalpten alırlar. Hislere uyuş cehalet, hareketlerde telaş felaket, inançlarda sabır iman-ı kemâlattır.’’
 ‘’Sabır olmazı oldurur.’’
 ‘’Sabır, tuz misali kurudur, yerine konursa su membaı meydana getirir.’’ sözlerini söyledi. Sabra tahammülü kalmayacağını sandığı zamanlar sabır taşıracak her şeyi hoş görmeye başladı. Ondan sonra yepyeni bir felsefe ortaya çıktı ‘’hoş görmek’’
 ‘’Hoş özlere bağlı gözler hoş görür.’’
‘’Mazinin üzüntülerini, istikbalin boşluklarını, hal’de hoş görmekle kaybedersin.’’
 ‘’Ne kadar çok hoş görüyorsan o kadar huzurlusun.’’
 Bu sözler basit bir mütalaa değil, birer hakikatti.
 Yeni geldiği bu âleme sakin gözlerle bakan bu çocuk ağlamak nedir bilmiyor, nadiren tuhaf sesler çıkarıyordu. Ela sayılan gözleri olgun insanlara has manalarla yüklüydü. Bazen mühim bir mesele üzerinde düşünür gibi gözleri bir noktada çivileniyor, hareketsiz kalıyordu. Yabancısı olduğu bu âlemin tuhaflığını içinde eskiden beri yaşıyormuş gibi tabii bulduğu gözlerinden taşan manaların ilkiydi.
 Normal bir vücut ve yüz görünüşü vardı. Fevkalade olan tarafı fazlaca gelişmiş olan alt dudağı idi. Konuşkan insanlarda rastlanan bu alt dudağın genişliğinin bu sakin ve meskût insanla ne ilgisi vardı; ondaki olgun insan gösterişinin birisi de başının hafif sağa yatmış, çenesinin birazcık kalkmış olması idi.
 Manalı gözlerinin alev dumanına benzeyen duruşu, insanda kendine karşı kuvvetli bir cazibe husule getiriyordu.
 Günler vücudî, aklî gelişmelerinin yardımcısı olarak geçip giderken yürümek, konuşmak gibi büyük nimetlere de kavuşuyor; ilk adımı atmaktan, ilk sözü hecelemekten idrakin kabulleneceği en yüksek hazzı duyuyordu. Hayattan aldığı her yaş onun fevkalade hallerinden bir yenisine şahit oluyordu. Gün gelir çılgınca yaramazlıklar yapar, gün gelir en durgun, en sessiz bir insan olurdu. Hislerindeki ateşin şiddetini tayin mümkün olamazdı.
 Çocukların tabii eğilimleri sayılan çeşitli oyun âlâtının hiçbirisi onu tatmin etmez, yeni gördüğü bir oyun âlâtına dahi fevkalade bir nazarla bakmazdı. Ekseriya kendinden büyük olanlarla konuşur, onlara şaşırtıcı sorular sorar, verilen en mükemmel cevaplarla dahi tatmin olmazdı…
- “Büyüyünce ne olacaksın?” denilince,
- “Hiç kimsenin olmadığını” diye cevap verirdi.
 Serazat yaşamak arzusunu her fırsatta kırlarda, dağ başlarında gezmek için evden sıvışmakla açıklar, habersizce yaptığı bu kabahat için suçlandırılıp dövülünce bir damla olsun gözyaşı dökmez, çıt diye ses çıkarmazdı. Mağrur değildi, izzeti nefsinden de fedakârlığa kolayca yanaşmazdı. Ondaki fevkaladelikler yaşı ilerledikçe daha açık gözüküyor, bazılarının hareketlerini anormal bulup da deli olacağına hüküm vermesine rağmen, ekseri tanıyan akıllı olduğuna dair karar vermişlerdi.
  Aile ve aile dostları muhiti onu pek sever, olgun bir insanla karşı karşıya gibi ona mühim meseleleri sorarak felsefe yapmasını beklerlerdi. Çok basit şeylerde dahi tarif açıklamada öyle beliğ bir ifadesi vardı ki duyanlar gayri ihtiyari dudak ısırırlardı. Konuşurken söz ağzından çıkmadan önce gösterdiği mimikler çıkacak manayı ifade ederlerdi. Düşünerek, kelimeler üzerinde durarak konuşur, cümleyi tamamlayınca susar, karşısındaki üzerinde sözlerinin tesirini tartar, tatmin edemediğini anlamışsa yine aynı ahenk ve ezgi ile devam ederdi. Heyecan isteyeni heyecan dalgalarıyla sürüklediği gibi sükûnet isteyeni de ninniler gibi hoş gelen sesiyle uyuturdu. Gözlerinde özünden aldığı bir hassasiyet taşıyordu ki bir en küçük şeklin hatta noktanın hayatında konuşur, onu da insan gibi şuurlandırır, şekildeki görünüşün mutlaka bir hikmet üzere olduğunu söylerdi. “Sevgimde gönlümün olduğu kadar hislerimin de rolü olabilir.” diye düşünerek en çok sevdiği birisine hatta sevgilisine yalnız hislerine kapılmış olmamak için istemeye istemeye üzülerek ona eza ve naz eder, karşılığında yapılan sitemleri en tatlı bir görünüş ve tevekkülle karşılar yalnız kalınca da hislerinin esiri olmamak için yaptığı bu hareketin heybetinde sevgilisinin ve kendinin ağlayan kalbine gözleri tercüman olurdu. Sevilmek için sevdiği halde bu hareket ne büyük bir irade kuvveti idi.
 Daha küçük yaşlarında gözüken bu düşünce onda daimi bir sıcaklık peyda eder bilhassa yüzün elmacık kemikleri kızararak bunu gösterirdi.
  Samimiyeti gösteriş olarak değil doğuş olarak yapar; sözü, kırbaç yarası kadar acı yapsa yine karşısındakine söyler ve cürme göre ceza vardır, bu eza onu silecektir derdi.
  Zaman muayyen ömür günlerini çiğnedikçe ondaki bilinmeyen sır şiddetli tepkiler yapıyor, bu tepkilerin başını döndürdüğü şuursuz adımlar attırdığı da oluyordu. Bu anlarda bile öyle düşündürücü doğuşlara âlet oluyordu ki en kör göz dahi onda bir fevkaladelik olduğunu fark edebiliyordu.
  Bir gün sevilmeyecek şeylerin çokluğundan bahseden bir arkadaşına: “Her kim ki neyi seviyor, o sevdiği şeyin hakikat manasını üzerinde taşımaktadır. Her kim ki neyi sevmiyor, o şeyin hakikat manası kendi varlığında noksandır. Bilirsiniz, mıknatıs demir cinsinden şeyleri çeker, ne taşı çekebilir ne de tahtayı. Bir de şu var ki sevgi ağacında muhabbet çiçeği açar.”
  Mestliğinden istifadeyle çeşmesinden kâselerini dolduranlar, onun kıymetini inkâr edecek duruma da gelseler o cömertliğinden bir şey kaybetmiyor, dolu dolu veriyor, veriyordu. Kaynağı belirsiz bir suyun çeşmesi olduğu apaçık gözükmekteydi. Onda gözlerinin dokunduğu yerin titrediği fark edilebilirdi. Bunu eşyada tespit imkân haricidir. Kaşları, keskin bir zekânın belirtileri olarak kalın ve siyahtı.
 Öyle bir insandı ki düşünceden uzak kalmamak için o normalden ziyade kalın olan dudaklarını dişleri arsında tutarak parça parça koparmış ve o dudak böylece normal hale gelmişti.
 Uzun boylu düşüncelerinden aldığı meyvelerden ziyafet çekerek dostlarının da istifadesini sağlardı. Bu bakımdan cömertliğinin sonu gelmez, verdikçe coşar, coştukça verirdi. Bu ziyafeti yaparken gece ile gündüzü birleştirdiği vaki idi. Bir sohbet meclisinde ondan daha sebatlı bir kimseyi gören olmamıştı. “Ölü uyumak vakit odununu kibritlemektir. Diri uyumak ise en efdal ibadettir.” der, “Ben diri uyumaktan âcizim, onun için hiç uyumasam az uyurum, böylesi daha iyi değil midir ki?”